Yüksel Kanar kimdir? Yüksel Kanar kitapları ve sözleri

yuksel-kanar-kimdir-yuksel-kanar-kitaplari-ve-sozleri-293398.jpg
Abone Ol
Daha Fazla

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

yazar Yüksel Kanar hayatı araştırılıyor. Peki Yüksel Kanar kimdir? Yüksel Kanar aslen nerelidir? Yüksel Kanar ne zaman, nerede doğdu? Yüksel Kanar hayatta mı? İşte Yüksel Kanar hayatı…

yazar Yüksel Kanar edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Yüksel Kanar hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Yüksel Kanar hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Yüksel Kanar hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları…

Doğum Tarihi:

Doğum Yeri:

Yüksel Kanar kimdir?

Yüksel Kanar Kitapları – Eserleri

  • Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme
  • Batı’nın Doğu’su
  • Çağımızın Batıl İnançları
  • İbadet

Yüksel Kanar Alıntıları – Sözleri

  • ”sahip olma” ”var olma”nın üstüne çıkmıştır günümüzde. (Çağımızın Batıl İnançları)
  • çok gariptir ki, bilimsel araştırmaya dışarıdan bakıp hayranlık duyanlar elde edilen sonuçlara, bu araştırmayı içinden yürütenlerden çok daha fazla bel bağlamaktadır. (Çağımızın Batıl İnançları)
  • Avrupamerkezci tarih, köleciliğinden söz etmez, ama bu olayı parlak bir söyleme dönüştürür. Tarihlerini şöyle yazarlar: ”Dünyanın dayandığı her uygarlıkta uzun zamandır hayatın bir gerçeği olarak kabul edilmekte olan kölelik önce Avrupa’da lanetlenmiş ve ardından, ondokuzuncu yüzyılda, denizaşırı ülkelerdeki Avrupalıların ve Avrupa kökenli ulusların sahip olduğu topraklarda feshedilmişti. Bu surecin 1888’de, Brezilya’da kölelerin özgür bırakılmalarıyla tamamlandığı söylenebilir. ““
    Ne parlak bir insanlık! Yüzyıllarca en ağır biçimde uygulanan ve kendi refahı için kanlı bir harç olarak kullanılan köleliği göstermeyeceksin, ama sıra sözde feshedilmesine gelince “önce lanetlemiş” olmakla gurur duyacaksın. ”
    Bu tür ve diğer tezatlar gibi bu da Avrupa kökenlileri, dünyanın geri kalan halklarını, kimi zaman kötü ve her zaman da engelleyici olan geleneklerden kurtulup gerçek uygarlığın, yani, beyaz ve resmi olarak Hıristiyan halkların uygarlığının ilerlemeci yoluna girmek için ’beyaz’ insanların lütufkâr müdahalelerine muhtaç, geri kalmış insanlar olarak görmeye yöneltiyordu.
    Ne de olsa, Atlantik’te 300 yıllık geniş ölçekli ve kârlı bir köle ticaretinden sonra da olsa, yalnızca Avrupa uygarlığı ve türevleri daha 1880’de köleliği kendi içlerinde tamamen silmişlerdi.”65 Özellikle sanayileşmenin getirdiği makineleşme sonucunda insan emeğine ihtiyaç azalmamış olsaydı, acaba Avrupa ve onun türevleri böyle lütufkâr davranışta bulunurlar mıydı? (Batı’nın Doğu’su)
  • Tarihte, bir imparatorlukla bir şehrin, Abbasilerle Bağdat kadar birbirine yakıştığı ve kader birliği ettiği başka bir örnek göstermek mümkün değildir. (Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme)
  • Zaten ancak bilgiyi devralma güç ve yeteneğini gösteren milletler, onu geliştirecek güce sahip olurlar. Anlayacak ve katkı yapacak özellikte olmayan bir milletin, alma gücüne sahip olamayacağı da açıktır. (Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme)
  • yönetenler, mümkün olduğu kadar kendi kendilerine bırakmazlar yönetilenleri. onların işgücünü satın aldıkları gibi, çalışma saatleri dışında boş zamanlarını da satın almaya çalışırlar. (Çağımızın Batıl İnançları)
  • değişen şeyleri bilgi olarak kabul etmek, bizden önce yaşayanların bilgisiz olduğuna inanmayı da beraberinde getirecektir. (Çağımızın Batıl İnançları)
  • Loomba, ideolojinin ”çoğunlukla varsayılanın tersine, yalnızca politik fikirlere gönderme” yapmadığını, ”aynı zamanda tüm ’zihinsel çerçeveler’imizi, inançlarımızı, kavramlarımızı ve dünyayla olan ilişkilerimizi ifade etme tarzlarımızı” da içerdiğini belirtir.21 Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde ”ideolojinin temelde, insanların kendi dünyalarıyla olan gerçek ilişkilerini perdeleyen çarpık ya da yanlış bir bilinç olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunun nedeni, herhangi bir toplumda en fazla dolaşıma giren ya da geçerlilik kazanan ideolojilerin başat toplumsal sınıfların çıkarlarını yansıtması ve yeniden üretmesidir.”
    Ideoloji bu özelliğiyle, toplumsal çevremizi yeniden düzenleyecek, böylelikle de duyumlarımızı dönüştürecek ve fikirlerimizi değiştirecek ”bir safkan toplumsal mühendislik programı” anlamına gelir. Paradoksal bir ifadeyle ideoloji, benimsetilmek istenen bir düzenin aydınlığını göstermek için, eski düzenin karanlıkçılığını ortaya koymak, yeni çıkarcı egemen gücü bu karanlığı aydınlığa çeviren ideal olarak sunmaktır. Bunu yaparken de, “eski düzenin karanlıkçılığını aydınlatırken toplumun üstüne, insanları bu aydınlığın karanlık kaynaklarını göremeyecekleri ölçüde körleştiren göz kamaştırıcı bir ışık saçar. ”22
    İdeoloji böylece, aklı tıkayan, arkasındaki önyargı ve kirli çıkar karanlığını görmeyi engelleyen bir söylem haline gelir. En azından da buna inananlarda, gerçek yaşam pratiklerini zedeleyecek bir etki yaratır.
    21-bk.Ania Lomba,Kolonyalizm/postkolonyalizm,s.43 vd.
    22-Terry Eagleton,İdeoloji,s.102 (Batı’nın Doğu’su)
  • ortega y gasset’in dilinden konuşursak; yaşamak, bir şeyin yerine bir başka şeyin yapılmasından ibarettir; ne fazla ne eksik. (Çağımızın Batıl İnançları)
  • oyuncakların kimyanın ürünleri olması ve sevimsiz maddelerden yapılması daha birçok şey gibi insancıllığını da öldürüyor çocuğun. örneğin, tahtanın doğal sıcaklığı yok bu naylon ve metal oyuncaklarda. (Çağımızın Batıl İnançları)
  • 1492 de Amerika’ya ayak basılması, sömürgeler çağının başlangıcını oluşturur. Bu tarih, keşifler döneminin değil, Avrupa dışında kalan dünyanın bugün de davam eden büyük yıkımının başlangıç tarihidir.Avrupa’nın haçlı seferleri sırasındaki Hıristiyanlaştırma misyonu, bu dönemde yerini -bir anlam kaymasıyla nasıl “uygarlaştırma” aldat acasına bıraktıysa, aynı şekilde sömürgeciliğin de ”keşif” olarak adlandırılmasını gerektirmiştir.
    Oryantalizm ve sömürgeciliğin, misyoner eğilimle birleşmesi sonucu ortaya çıkan bu yeni tip Batı yayılmacılığının geliştiği ve bütün dünyayı pençesine aldığı daha sonraki tarihlerde verilen bu isme (uygarlaştırma) geçişi simgeleyen en iyi örnek, Napoleon Bonaparte’ın Mısır’a yaptığı seferdir. ”Konsül (Napoléon’un o sıradaki unvaru, e. n.) bir bilim adamı kalabalığıyla çevrili olarak ve ordularıyla birlikte, Enstitü üyesi sıfatıyla ortaya çıkar: 21 matematikçi, 3 astronom, 17 mühendis, 13 doğabilimcisi, 22 basımcı, vb. aralarında Menge, Geoffroy Saint-Hilaire, Berthollet gibi çok ünlü şahsiyetler de vardı. Uygarlığı cisimleştiren bir orduyla geldiğini göstermek istiyordu, ne altın ne de İsa söz konusuydu. Bonaparte ’Memluklardan çok, Tanrı’ya, peygamberine ve Alcoran’a -yani Kuran’a saygı duyduğunu’ söylüyordu. ”(Marc Ferro,Sömürgecilik Tarihi,s.121,122)
    Oysa Mısır gibi çok gözde bir ülkenin alınması, Fransa’ya Hindistan yolunu açacaktı. Bonaparte Mısırlılara kendisini âdeta bir Müslüman olarak tanıtıyor ve ülkeyi savaşsız ele geçiriyordu. Mısır’m Fransa’ya bağlanması tasarısının, başka düşüncelerin, en fazla da Osmanlı devletinin parçalanması düşüncesinin bir eseri olduğu saklanıyordu:
    ”Önlenemez bir biçimde çöküşe giden ve II. Ekaterina ile II. Joseph’in, yerine bir Yunan İmparatorluğu kurmak istedikleri şu Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak. İspanya ve Fransa’ya da pay düşecekti. Fransa’nın payı ya Mısır ya da Berberistan olacaktı. 1802’de, Bonaparte Cezayir kentine bir sefer öngörür. (…) 1808’de, bir kez daha, Mısır’ın yeniden fethini tasarlar, bu toprağı İngilizlere bırakmamak için. Napolyon’un ilk elde kazandığı zaferlere rağmen bir türlü ele geçiremediği bu ’hasta adam’, Osmanlı İmparatorluğu uğruna rekabet doğar böylece. Ancak Napoleon’un ordusunu yenilgiye uğratan İngilizler Mısır’a yerleşmeye kalkınca, Mehmet Ali onları gemilerine geri binmeye zorlar ve ülkede kalan Fransızlarla Mısır arasında bir ittifak kurar.
    Özellikle Mısır Seferi ve Cezayir tasarısı sömürgecilik içinbir dönüm noktası oluşturur; çünkü bu konuda girişimde bulunanlar olayın koleliğe ve köle ticaretine karşı bir mücadele olduğunu ilan etmişlerdi. Ve böylelikle. XIX. yüzyılda, Afrika’yı fethedenlere sağlam bir gerekçe bulmuşlardı’” (Marc Ferro,Sömürgecilik Tarihi,s.122,123)
    Osmanlı toprakları üzerinde sömürgecilik için rekabet edenlerin, yaptıkları insanlık dışı vahşetin tam aksine, ”köleliğe ve köle ticaretine karşı bir mücadele” söylemini kullanmaları, yeni dönemin ayırıcı özelliklerinden biridir. ”Sömürgeleştirme” fiilini işleyenlerin vahşiliğine rağmen, bunun tersine sömürge altında yaşayan insanlann vahşiliğini vurgulayan “uygarlaştırma” sözcüğünün kendisi, sömürü sonucunda her bakımdan gerileyen Afrika, Asya ve Amerika için gerçekte onur kırıcıydı. Beyaz adamın ”uygarlaştırma görev ve sorumluluğu” söylemi, sömürge insanlarının keyfî uygulamalara kayıtsız şartsız boyun eğdirilmelerini, kültürsüzleştirilmelerini ve tarihsizleştirilmelerini haklı göstermek için uydurulmuştu. Galip taraf olarak yazdıkları tarihte, olayların böyle anlaşılmasını sağlamak istiyorlardı. (Batı’nın Doğu’su)
  • Avrupa her şeyden önce, sömürgeleştirdiği ülkeleri ve ulusları tarihsizleştirilmeye çalıştı. Bu, onların geçmişlerinden, ideallerinden ve yaşam kaynaklarından koparılmaları anlamına geliyordu. Sonra da onlar, Avrupa tarihini bütünleyen bir araç haline getirildiler. Çünkü sömürülen olmadan, sömürenin üstünlüğünü formüle etmek mümkün değildi.
    Böylece, sömürülenler, negatif bir unsur olarak sömürenin tarihi içinde yer aldı; onun gerçekleşmesi için varlığı kaçınılmaz, hep göndermeler yapılan, ama bir bakıma da hayalî, gerçek dışı ve hatta insanlıktan bile uzak bir ilginç yaratık olarak. ”Kuşkusuz beş yüz yıl boyunca Avrupalılar bu olguyu ete kemiğe büründürdüler ve böylece dünyanın tektipleştirilmesi hareketine damgalarını vurdular. ”59
    Sömürgeciliğin tasfiyesi teriminin içeriğinde de Avrupa merkezci bir kalıntı vardır. Avrupa, kendi ürettiği, sonra da eleştirilen birer düşünce haline gelen bütün kavramlardan vazgeçer; bu vazgeçişi de bir üstünlük olarak kutsamaya çalışır. Böylece geçmişte yaptığı yanlış bir davranışı aklamış, aynı zamanda onun kuruluşundaki lekeyi silerek sadece vazgeçişi öne çıkarmak süretiyle bunu da bir üstünlüğe dönüştürmüş olur.
    [59] Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, s. 13. (Batı’nın Doğu’su)
  • ekonomik büyüme, en yüce değerleri bile pazara düşürmüştür; artık bu değerler alınıp satılan maldan başka bir şey değildir. (Çağımızın Batıl İnançları)
  • hayatta ilerlemekten başka amacı, alışveriş yapmaktan öte bir ilkesi, yoğalmaktan ayrı bir doyumluluğu olmayan insandan soylu bir sevgi beklemek fazla ileri gitmek değil midir? (Çağımızın Batıl İnançları)
  • zihni iyice bulanan, hakikatle arasında birçok perdeler gerilen çağdaş insan, kendini doğanın bir parçası olarak değil; yazgısı, onu egemenliğine almak ve yenmek olan bir dış güç olarak hissetmektedir. (Çağımızın Batıl İnançları)
  • Ülkemizde, Oryantalizmin etkisi ve Batı’nın egemen uygarlığı dolayısıyla aşağılık duygusuna kapılanlar, ayrıca inanç olarak İslâm’a karşı olanlar, ”karanlık Ortaçağ” benzetmesini hiçbir eleştiriye tabi tutmadan, tarihî, sosyolojik ve düşünsel arka planına bakmadan Islâm için de kullanmaktadırlar. Bunlar, Islâm’ı çağrıştıran her şeyi Ortaçağ karanlığı söylemiyle boğmaya çalışan ”slogan aydınları”dır. Ne genel insanlık tarihi ve ne de kendi tarihimiz açısından hiçbir önem taşımayan, sadece Batı’nın özel tarihi için bir anlamı olan bu söylem, yalnızca İslâm’a karşı karmaşık duyguların tatmini için kullanılmaktadır.
    Hatta bunun zaman zaman savaş çığlıkları şekline dönüştüğü de ohnaktadır. Batı’ya karanlığını fark ettiren şey, İslâm’m göz kamaştırıcı aydınlığı olduğu halde, onu Avrupa Ortaçağı gibi kendisine en yabancı olan bir kavram içine yerleştirmek kadar anlamsız bir davranış olamaz. Ama Oryantalist Batı düşüncesinin etkisiyle kendi kültürünü hor görmeye alıştırılmış insanlardan farklı bir davranış beklemek de mümkün değildir.
    İşte Ortaçağ’ın işlenişindeki ideolojik yanı gösteren tipik örneklerden biri de budur. İçinde ırkçılığı da barındıran Avrupamerkezci tarih ve kültür şablonunu aynen kabul eden Avrupa-dışı dünya insanının, kendini küçük gören şartlanmış davranışıdır bu. Çünkü Batı ne kadar küçümsese, hatta insan sınıfı dışına da atsa, o kendini bir Batılı olarak hayal etmekten vazgeçmemektedir.
    Bu insanlar öylesine Batıcıdırlar ki, onun sorunlarını bile kendi sorunu olarak kabul etmekte, onunla birlikte kendi inanç ve kültürüne karşı çıkmaktadır. Hatta bazıları işi, İslâm’a karşı Protestanlığı tercih etmeye kadar vardırmaktadır’. Örneği, İlhan Arsel’e göre “İslâm’da ve diğer Doğu dinlerinde kişi için kendi kendini inkâr, yoksulluk içerisinde yaşamak, mahviyet asıldır.” Oysa “Protestan din adamlarının getirdikleri dinsel inanç sayesinde kişi için nefse egemen olmak, çalışma’yı Tanrı’ya hizmet olarak kabul etmek ve bu nedenle verimli-sistematik ve rasyonel bir çalışmada bulunmak (…) fazilet sayılmıştır. ”94
    Theodore E. Mommsen, karanlık Ortaçağ metaforunun ilk defa 1330’lu yıllarda Petrarch tarafından kullanıldığını belirtir. Skolastik düşüncenin altın çağı olarak görülen XI. ve XII. yüzyıllar ise, Rönesans yazımında Ortaçağ’ın en karanlık dönemi olarak kabul edilir.95 Bu tarihlerde Batı’nın, İslâm karşısında düştüğü aczi ve çıkmazı kitabımızın birinci bölümünde ele almıştık. Dolayısıyla Ortaçağ’ın Avrupa için gerçekten bir karanlık olduğu, ancak İslâm dünyasının ilerleyişi karşısında fark edilmiştir.
    Eğer İslâm kültür ve uygarlığı olmasaydı, Batı bu karanlık içinde daha kimbilir ne zamana kadar boğulacaktı. Bu yüzden Ortaçağ karanlığını, Batı dışında diğer coğrafya ve kültürlere maletmenin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur: ”Ortaçağ, umumiyetle, antik medeniyetle Rönesans arasında bir yıkılma olarak dikkati çeker. Halbuki, insanlığın büyük bir kısmının oturduğu ve hayatın asırlardan beri normal seyrini takip ettiği Suriye’den Çin’e kadar bütün Asya, Mısır ve Şarkî Avrupa göz önüne alınacak olursa bu anlayışın vakıalara uymadığı görülür. ”96
    94] İlhan Arsel, Taplumsal Geriliklerımizin Sorumluları, s. 166.
    95] Bkz. Nazım İrem, Karanlık/Aydınlık Anlatısı Olarak Ortaçağ, s. 140.
    [96] Fernand Grenard, Asyanın Yükselişi ve Düşüşü, s. 28. (Batı’nın Doğu’su)
  • Hodgson, haritalarla ilgilenmenin ilk bakışta önemsiz gibi görülebileceğini, fakat bunun daha temel durumların bir paradigmasını (de. ğerler dizisi) sunduğunu söyler. Özellikle Batılılar için bunun büyük önemi vardır. “Çünkü haritalarda bile hislerimizi anlatmanın yollarını bulmuşuzdur. Dünyayı ‘kıta’ şeklinde adlandırdığımız kara parçalarına böleriz.” Dünyanın Doğu yarımküresinde bulunan Asya, Afrika ve Avrupa’da halen insanlığın beşte dördü yaşamaktadır ve Ortaçağ Batılılarının kullanmış oldukları ayrımlar mevcuttur. Ancak ilginç olan, Rusya’nın batısındaki Avrupa’nın, yaklaşık tarihteki Hindistan’ın, şimdiki Pakistan ve Hindistan’ın nüfusu kadar bir nüfusa sahip olmasıdır.
    Yine yaklaşık aynı coğrafi, linguistik ve kültürel farklılığa ve aynı alana sahiptir. Bu yüzden Hodgson, ”Avrupa kıtalardan bin’ de, Hindistan neden değil?” diye sorar haklı olarak. Ona göre de Avrupa’nın sınırları, kesintisiz kara parçaları olarak tanımlanan kıta belirlemesine uymaz. Çünkü bu sınırlar ”herhangi bir yarık ya da aralık nedeniyle” seçilmemiştir.
    Ayrıca ileride tekrar döneceğimiz gibi, Avrupa’nın doğudaki sınırlarından biri olarak kabul edilen ”Ege Denizi’nin iki kenarı neredeyse her zaman gerçekte aynı kültüre ve genellikle aynı dil yahut dillere, hatta aynı yönetime sahip olmuştur. Aynı durum büyük oranda Karadeniz ve Ural Dağları için de söz konusudur.”19 Demek ki Avrupa bir kıta yapılarak, daha büyük olmayan birimin alt parçası, fakat kendi başına dünyayı oluşturan büyük parçaların biri olarak, ona doğal büyüklüğüyle orantısız olan bir mevki bahşediliyor.
    Bu da, kıtaları icadeden ve isimlendiren Batı’nın, kendisini, hep mücadele ettiği büyük bir coğrafyanın önemsiz bir parçası olarak görmemesinden,daha doğrusu görmek istememesinden kaynaklanıyor. Bunun yerine o, içinde yaşadığı küçük bölgeyi bir kıtaya dönüştürmek ve bütün ayrıcalıkları oraya yüklemek istemiştır. Yani Avrupalı, bulunduğu küçük bir bölgeyi özel bir statüye kavuşturmak için, aslında ”ben yaparsam olur“ mantığıyla coğrafya ile oynama, dünyayı istediği gibi parçalara bölme ve adlandırma yetkisini kendinde görüyor.
    [19-Marshall G S. Hodgson, Dunya Tarihi Yeniden Düşünmek, s.32-33. (Batı’nın Doğu’su)
  • Seleflerimin ihmal ettiği bu yeri benim için saklayan Allah’a hamdolsun. İnşallah bu şehri inşa edeceğim ve ömrümün sonuna kadar burada oturacağım; haleflerim de burada yaşayacaklar. Şüphesiz burası dünyanın en müreffeh şehri olacaktır (Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme)
  • sabahları büyük bir trafik karmaşası içinde, itişe-kakışa binilen araçlarla işe gitme, bir gün öncesinin aynı olan işleri tekrarlama, mesai saatini büyük bir özlemle beklemek ve posası kalmış bir şekilde eve dönme hemen her çalışanın günlük olağan hayatıdır. belki bu çalışma düzenine makineler dayanabilir; ama insan düşünen ve kalp taşıyan bir varlık olarak kolay dayanamaz. (Çağımızın Batıl İnançları)

Bu Yazıya Tepki Ver

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap