İlahiyat Profesörü, Yazar Yavuz Köktaş hayatı araştırılıyor. Peki Yavuz Köktaş kimdir? Yavuz Köktaş aslen nerelidir? Yavuz Köktaş ne zaman, nerede doğdu? Yavuz Köktaş hayatta mı? İşte Yavuz Köktaş hayatı…
İlahiyat Profesörü, Yazar Yavuz Köktaş edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Yavuz Köktaş hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Yavuz Köktaş hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Yavuz Köktaş hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları…
Tam / Gerçek Adı: Prof. Dr. Yavuz Köktaş
Doğum Tarihi: 1969
Doğum Yeri: Trabzon
Yavuz Köktaş kimdir?
1969 yılında Trabzon-Of’da doğdu. Yüksek öğrenimini Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Aynı fakültede Tefsir dalında yüksek lisansını yaptı (1996). 1995’de Karadeniz Teknik Üniversitesi Rize İlahiyat Fakültesi’ne Araştırma Görevlisi olarak girdi. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı olarak Hadîs dalında Metin Tahlili Açısından Fethu’l-bârî ve Umdetu’l-kârî’nin Mukayesesi adıyla doktorasını tamamladı (1999). 2000 yılında Rize İlahiyat Fakültesi’ne Yrd. Doç. olarak atandı. 2005 yılında Doçent; 2010 yılında Profesör oldu. Halen Rize Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde bu görevine devam etmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Yavuz Köktaş Kitapları – Eserleri
- Günümüz Hadis Problemleri
- Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler
- Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak
- Hadis Tarihi ve Usulü
- 100 Soruda Hadis Meseleleri
- Anahatlarıyla Ahkam Hadisleri
- Güncel Hadis Yorum ve Tartışmaları
- Ahlak Hadisleri II
- Günümüz Hadis Tartışmaları
- Çelişkili Hadisler ve Çözüm Yolları
- Kadınla İlgili Hadisler
- Hadis Fetvaları
- Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1
- Fıkıh ve Hadis Ya Da Doktor ve Eczacı
- Yolda Olabilmek Yolda Kalabilmek
- Bilgi Ahlak ve Hikmet Açısından Sünnet
- Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri
- Hadis Usulü Yazıları
- Hadis ve Sünnette Oryantalist Yaklaşımlar
- Akıl ve Nakil
- Hadislerin Anlaşılmasında Yöntem Tartışmaları
- Ehl-i Hadis Eleştirisi
- Seküler Dünyaya Hikmetli Cevap; Taha Abdurrahman’ın Felsefesi
- Hayata Dair 40 Hadis 40 Yorum
Yavuz Köktaş Alıntıları – Sözleri
- 3. Kur’an’ı anlamanın en önemli yollarından biri de sünnete müracaat etmektir. Ümmetin alimlerinin icma ettiği konulara dikkat etmektir. Hele bu icmanın dayanağı Kur’an veya sünnet nassı ise bin düşünmeli bir dahi söylememelidir. Evet, Kur’an’daki bazı ayetlerin muhtemel manaları vardır, diyelim. Şayet biri öyle, Öteki böyle anlıyor ise burada ayetin anlamı zannî demektir. O halde bu ayet tek başına kesin delil olamaz.
Bu durumda 0 anlamlardan birini destekleyen karinelere/başka delillere bakmak gerekir. İşte sünnet bu noktada çok önemlidir. Yine gaybı örnek vermek gerekirse, diyelim ki, Hz. Pey gamber’in gaybı bilip bilmemesini tartışıyoruz. Farzedelim ki, ilgili ayetler bize kesin bilgi vermemektedir. Ayetten Hz. Pey gamber’in gaybı bilebileceği de bilemeyeceği de anlaşılmaktadır.
O halde bu ayet/ayetler tek başına delil olamaz, demektir, Sünnete müracaat ettiğimizde mütevatir derecesinde Allah Resulunun gaybden haber verdiğini görüyoruz. Yani o kadar çok olay var ki, hepsinin ortak noktası Resulullah’ın gaybden haber verdiği bilgisinin kesin olmasıdır. Bu bilgiyle Kur’an’a baktığımızda faraza manası muhtemel olan ayetin artık bu muhtemel manalanndan birinin tercih edilebilecek delilleri olduğunu tespit ediyoruz. Şayet sünneti dikkate almaz isek ayetin muhtemel manalarından birini neye göre tercih edeceğiz?
Sünnet yoksa tercih akla göre olmayacak mıdır? Peki böyle bir metod olabilir mi? Aynı şeyi Hz. İsa’nın nuzulu için de söyleyebiliriz. Aslında mütevatir sayılabilecek hadislerle ayetler birbirini teyid etmektedir. Ama bir an öyle değil de Kur’an ayetlerinin manasının sarih olmadığını, muhtemel olduğunu İsa’nın ref’ine de, ref’edilmediğine de delalet ettiğini düşünelim. O zaman bu manlardan birini tercih etmek için dışsal bir karineye ihtiyacımız var demektir. Bu da sünnetin (ve dahi icmanın) kendisidir.
Sünnet, bu konuda mütevatirdir. O halde Hz. İsa’nın ref’iyle ilgili ayetlerde maksad hakiki demektir. Peki sünneti dikkate almaz isek ne yapacağız? Yapacağımız şey bu muhtemel manalardan birini modern şartların da etkisiyle aklımızla belirlemek olacaktır. Aynı şeyi şefaat meselesi için de düşünmek mümkündür. O halde öncelikli olarak metodumuzu belirlemek gerekir. Ve bu metodun sağlam dayanaklarının olması gerekir. Kur’an’da ne varsa ona uyarım, demek bir metoda göre hareket etmek değildir. (Akıl ve Nakil) - Kuran’a Göre Sünnetin Dindeki Yeri – 4
Hz.Peygambere İsyan ve Eziyetin Yasak Oluşu:
-Allah’ı ve resulünü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette lânetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır.(Ahzap 57)
-Yolun doğrusu kendine apaçık belli olduktan sonra Resûlullah’a karşı çıkan ve müminlerin yolundan başkasını izleyen kimseyi saptığı yönde bırakırız ve onu cehenneme atarız. Orası varılacak ne kötü bir yerdir!(Nisa 115)
-Kim de Allah’a ve peygamberine itaatsizlik eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar, onun için alçaltıcı bir azap vardır.(Nisa 14)
-Şu sebeple ki, onlar Allah ve resulüne karşı geldiler; Allah ve resulüne karşı gelenleri Allah şiddetle cezalandırmaktadır.(Enfal 13)
(…)
Ona isyan ve eziyet, onun söz ve davranışlarına karşı çıkmak şeklinde belirmektedir. Bu karşı çıkış nübüvvetine yönelik olursa küfürdür. (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler) - g. Kadınlara yazıyı öğretmek
“Kadınlarınızı odalarda oturtunuz, onlara yazıyı öğretmeyiniz.”1
Hakim et-Tirmizi, bunu nakletmekle kalmayıp ayrıca onu şu şekilde yorumlamıştır: “Resülullah, erkekleri görmesinler diye kadınların odalarında oturtulmasını istemiştir. Bu, kadınları harama düşmekten korumak içindir. Çünkü onlar nefislerine sahip değildir. O kadar ki bırakılsalar yüksek bir yere çıkıp erkeklere bakarlar. Böylelikle bela ve fitne meydana gelir. İşte Resülullah, fitneye vesile olmasınlar diye onları sakındırmıştır…
Yazının öğretimi de böyledir. Bazen bu fitneye sebep olabilir, Kadın, arzu ettiği kimseye mektup yazabilir. Yazıda gözlerden bir göz vardır. Onunla şahid gaibi görür. Bununla dilin söyleyemediği şey gönülden ifade edilebilir. İşte bu, dilden daha etkileyicidir. Neticede Resülullah, kadınları harama düşmekten korumak ve kalplerini temizlemek için fitne sebeplerini ortadan kaldırmak istemiştir.”
Burada ayrıca bu tür hadisleri sadece Hakim et-Tirmizi gibi sufilerin kabul etmediğini belirtelim. Şevkani ve İbn Hacer el-Heytemi gibi alimler de bu hadisi kabul edip yorumlayanlar arasındadır.” Bu hadisi Hâkim en-Neysabüri, e/-Müsfedrek adlı eserinde nakletmiş ve senetinin sahih olduğunu, ancak Buhari ve Müslim’in onu rivayet etmediklerini belirtmiştir.199 Bununla birlikte Zehebi, onun bu tavrını eleştirmiş, hadisin mevzü olduğunu açıkça ifade etmiştir. Ona göre senette Abdulvahhâb b. Dahhâk vardır ki Ebü Hâtim, onu “kezzâb” olarak nitelemiştir. (Zehebi’nin 72/hisul-mevzüâttaki görüşleri Hâkim en-Neysabüri’nin, el-Müstedrek adlı eserinde dipnot olarak verilmiştir.!37
Aynı zamanda bu hadis, İbnu’l-Cevzi tarafından da tenkit edilmiştir. İbnu’l-Cevzi bu hadisin sahih olmadığını belirtmiştir. Ona göre Hakim en-Neysaburi bunu e/-Müstedrek’te tahric etmiştir. Ancak hadisin durumu ona gizli kalmıştır. Senette geçen Muhammed b. İbrahim hakkında Ebü Hâtim şöyle der: “Muhammed b. İbrahim, Şamlılara atfen hadis uydurur. Ondan sadece itibar için hadis rivayet etmek helaldir. Aslı olmayan birçok hadis rivayet etmiştir. Onunla ihticac etmek ise helal değildir.”
Yukarıdaki hadis İslâm’ın temel ilkeleriyle ve yaşanmış İslâm tarihiyle çelişki içindedir. Zira Ebü Dâvüd’un naklettiği bir hadiste Şifâ Ümmü Süleyman b. Ebü Hasme şöyle demektedir: “Hafsa’nın yanında bulunduğum sırada Nebi geldi ve bana ‘Şuna yazı yazmayı öğrettiğin gibi nemle efsununu da öğretmez misin” buyurdu.”139 Bu hadisi yorumlayan Hattabi, onda kadınlara yazı öğretmenin mekruh olmadığına delil bulunduğunu ifade eder.!140 Dolayısıyla mezkur hadis, hatta hadisin yorumu sadece tarihi bir değer taşıyabilir. (Fıkıh ve Hadis Ya Da Doktor ve Eczacı) - Güçlü bir iman gerçek bir özgürlüktür… (Fıkıh ve Hadis Ya Da Doktor ve Eczacı)
- Bazı müslümanlarda bazı alerjiler ortaya çıkmış durumda, Hadis, ehl-i sünnet, sahabe, tarikat, tasavvuf, şefaat, keramet, ilham, mezhep, cemaat kavramları bunlardan bir kaçıdır. Bütün bunlar detaylı tahlile muhtaç. Elbette hepsinin hem istismar edilen hem de yanlış anlaşılan tarafları var. Farkındayım. Ama vakıanın böyle olması gerçeğin fotoğrafını olduğu gibi çekmemize mani değil. Bunlar bir yana burada üzerinde durmak istediğim ve alerji oluşturan kavramlardan biri de “aracılık”tır. Zira aracılık şirk ile yanyana kullanılmaktadır. Ve hemen müşriklerin putları aracı kılarak Allah’a yakınlaşmak istedikleri hatırlatılır. Bununla irtibatlı kavramlarımız ise şefaat ve tevessül kavramlarıdır. Bunların detayına girmeyeceğim. Ancak “aracılık” meselesinde sağlıklı düşünmemize ihtiyaç var. “Aracılık” meselesini sağlam bir zemine oturtamazsak dini de yanlış anlamaya başlarız demektir. Onun için sırasıyla bir tahlil yapmak istiyorum:
1. Dediğimiz gibi aracılık günümüzde hep şirk ile birlikte kullanılmaktadır. Siz Allah ile iletişiminizde bir aracı kılıyorsanız, otomatik olarak şirk koşmuş oluyorsunuz. Gerçekten böyle midir? Allah ile arama “aracılar” giriyorsa şirk mi oluyor? Bir kere söyleyelim ki, aracılık kendi başına hiçbir şey ifade etmez. Aracılığa yüklenen anlam önemlidir. Zira “aracı” bazen iyi de olabilir. Onun için aracıya bizim yüklediğimiz anlam önemlidir.
2. Aracı demek bir anlamda “sebep” demektir. Allah ile aramıza aracının girmesiyle “sebepler”in girmesi aynı şeydir. Peki her sebep şirk midir?Elbette hayır. Biz sebepler dünyasında yaşıyoruz. Sebeplere yapışmak dinimizin emridir. Tek şartla; Sebepler, tanrılaştırılmayacak, yüceltilmeyecek, onda olmayan vasıflar ona yüklenmeyecek. Şu dünyada sebep olmayan hiçbir şey yoktur. Allah’a da sebepler yoluyla ulaşırız. Peygamber, sebeptir, aracıdır; alim sebeptir, aracıdır; amel sebeptir, aracıdır; ilim sebeptir, aracıdır. Her türlü, ilim, ibadet, amel, kişi sebeptir, aracıdır. Bu noktada sadece şu ayetleri hatırlayalım: “Allah’a ulaşmak için vesile arayın.” ve “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” Bu sebeplere yapışmak şirk olur mu? Olmaz. Neden bunlara yapışmamızı Allah istiyor. Şu “Allah istiyor” meselesi önemlidir. Devam edelim:
3. İlaç, bir sebeptir. Baba, rızık için bir sebeptir. Şifayı yaratanın, rızkı verenin Allah olduğuna inanırız. Şayet kişi, şifayı yaratanın Allah değil, ilacın kendisi veya doktor olduğuna inanırsa şirke girer. Rızkı verenin Allah değil de baba veya rızka sebep olan kimse o olduğuna inanırsa şirke girer. Neden? Çünkü ilaç, doktor veya baba sadece ve sadece birer sebeptir. Sebeplere, onlarda olmayan bir güç isnad etmek şirktir. Mesela bu sebeplerin şifayı yaratması mümkündür. Şifanın sebepte olduğuna inanmak yaratmada Allah’a eş koşmak demektir. Oysa ilaçlar vs. tamamen atomlardan oluşan şuursuz varlıklardır. Onların bir şeyi yaratması düşünülemez. O zaman müslüman ilaç, doktor ve babayı sebep olarak bilecek. Bilirse şirk olmaz. Sebep değil de müsebbip olarak bilirse şirk olur.
4. Bizler namazda Kabe’ye yöneliyoruz. Hacer-i esvedi selamlıyoruz. Dışarıdan bakan bir ateist herhalde bize putperest der. Ama bizim yaptığımız şirk değil tevhiddir. Neden? Oyle yapmamızı Allah ve Resulu istemektedir. Bu noktanın altını çiziyorum. Allah’ın tayin ettiği bir şeyi aracı kılmak tevhiddir; ama Allah’ın değil, bizim kendimizin tayin ettiği şeye ibadet etmek şirktir. İşte taştan olan Kabeye yönelmek Allah’ın tayin ettiği bir iş olduğu için tevhidin kendisidir. Buradan müşriklerin putlara yaklaşımının şirk olduğu ortaya çıkar. Müşrikler putlardan şefaat umar. Niye? Allah’a yakın oldukları ve yaklaştıracakları için. Ama Allah onlara öyle bir izin ve yetki vermemiştir. Müşrikler, onlara öyle bir yetki vermiştir. Bunu da Allah şiddetle reddeder. Allah -olmaz ya!-onlara böyle bir yetki verseydi, aynen Kabede olduğu gibi tevhidin kendisi olacaklardı.
5. Bunun gibi şefaatte peygamberlerin veya başkalarının aracı olması da şirk değildir. Onları aracı kılan, aracı olarak irade buyuran Allah’tır. Bunlar, kendilerine izin ve yetki verilmeden kendilerini aracı olarak tayin etmiş olsalar bu şirk olur. Ama böyle bir şey yoktur. Dolayısıyla böyle bir aracılık şirk olmaz. Nasıl ki, Kabeyi namaz için aracı tayin eden Allah ise şefaat için (yani kendi rahmetinin tahakkuku için) aracılar tayin eden Allah’tır. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. O zaman denilebilir ki, bir aracıyı Allah tayin ederse tevhid, 0 şey kendini aracı kılarsa şirk olur.
6. Mürşid, şeyh, alim, peygamber hep aracıdır. Herkes peygamber ve alimin aracılığına bir şey demez ama iş mürşide gelince demediklerini bırakmazlar. Oysa alimin aracılığıyla mürşidin aracılığı aynıdır. Şayet mürşid yanlış yapıyor veya başkaları tarafindan yüceltiliyorsa alim de yanlış yapabilir ve birileri tarafindan yüceltilebilir. Böyle yüceltilen ve pek çok kimsenin sapıtmasına yol açan ilim adamları yok mudur? Vardır. Nasıl gerçek olmayan şeyhler varsa gerçek olmayan ilim adamları da vardır. Bu durumda denilebilir ki, dini öğrenmek için alim bir aracıysa nefis terbiyesini gerçekleştirmek, orada bizi bekleyen tehlikelerin farkına varmak için de mürşid önemlidir.
…
\ (Yolda Olabilmek Yolda Kalabilmek) - 4 İnsan ve toplum söz konusu olduğunda bilimsellikte ısrar etmek aslında“ sen benim nesnemsin!” demektir Bu da otomatik olarak ınsan ve toplumu nesnelleştirmek anlamına gelir. İnsan ve toplumu bir cansız varlık gibi, bir hayvan gibi denek yapmaktır. Bu nesnelleştirmeye bugün “toplum mühendisliği denilmektedir. Mühendislik ilginçtir, daha ziyade maddî varlıklar üzerinde operasyon yapanlar için kullanılan bir kelimedir, İnşaat mühendisi inşaat yapar. Elektrik, elektronik mühendisi nesnesi inceler, evirip çevirir. Gıda mühendisi vs. hepsi aynı işlemi yapar.
İşte tam da insan ve toplum söz konusu olduğunda onları madde gibi görüp nesneleştirmek, istediği gibi evirip çevirmek anlamına gelir ki, bu, mühendislikten başka bir şey değildir. Oysa insan “anlama”nın konusudur. “Empati”nin, “iletişim”in konusudur. “Konuşma”nın, “dinleme”nin, “anlaşma”nın konusudur. Peki insanı nesneleştirmenin sonucu nedir? Tek kelimeyle tahakkümdür. Nesneye ancak tahakküm edilir. Bilim nasıl ki, taşa toprağa nesne muamelesi yapmıştır, aynıyla insana da öyle muamele yapmayı amaçlamıştır. Onun için psikoloji, sosyoloji, antroploji vs. bilim değil, politikacıların veya devletlerin tahakküm aracıdırlar. Tabii bugün bunun farkına varanlar da yok değil. Onun için sosyal bilimlerde ciddi bir yöntem tartışması vardır. (Yolda Olabilmek Yolda Kalabilmek) - Hz.Peygamber’e Has Bazı Özellikleri (HASAİS)
O bir insan olmanın yanında aynı zamanda son peygamberdir(Ahzab, 40); risaleti evrenseldir, (A’raf , 15 8; Enbiya, 107) (Ahkaf, 29; Cin, 1-13); hanımları mü’minlerin anneleridir, (Ahzab, 6); geçmiş-gelecek günahları affedilmiştir, (Fetih, 1-2); kendisine inanılması noktasında peygamberlerden söz alınmıştir, (Al-i imran, 81); kendisine Kevser’in verildiği müjdelenmiştir, (Kevser, 1); ganimetler helal kılınmıştır (Enfal, 1); alemlere rahmet olarak gonderilmiştir, (Enbiya, 107); onun özellikleri Ehl-i Kitab tarafından bilinmektedir, (Bakara, 89, 146); getirdiği dinin korunması teminatı verilmiştir, (Tevbe, 33); İsra ve Mi’rac ona hastır, (İsra, 1; Necm, 1-18); çeşitli zamanlarda melekler bizzat yardım etmiştir, (Al-i İmran, 13, 122-123 ); kendisine itaat, aynı zamanda Allah’a itaat anlamına gelmektedir, (Nisa, 80); ahirette şehadet ve şefaatı uzma hakkı verilmiştir, (Bakara, 143 ); Makam-ı Mahmud’la taçlanmıştır, (İsra, 79); ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı kılınmıştır, (AI-i İmran, 110) -bu nokta onemlidir, ümmeti en hayırlı olan bir peygamberin, kendisi de herhalde en hayırlı olmalıdır; hayatına ve beldesine yemin edilmiştir, (Hicr, 72; Beled, 1-2); kendisine ve ümmetine, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi lutfedilmiştir. (Kadr, 1-5)
Ayrıca, Allah’ın diğer peygamberlerden, Hz. Muhammed(s.a.v.)’e inanıp ona yardım edeceklerine dair söz alması (AI-i imran, 81); Resul-i Ekrem (a.s.) ile konuşanların seslerini yükseltmelerinin yasaklanması (Hucurat, 2); öteki peygamberlere hem Allah Teala hem de ümmetleri kendi isimleriyle hitap ettikleri halde (Bakara, 35; Maide, 110; Hud, 32; Meryem, 12), Allah’ın Hz. Muhammed(a.s.)’e ismiyle degil “Ey Nebi” (Enfal, 64; Ahzab, 1), “Ey Resul” (Maide, 67; Talak, 1) gibi sıfatlarla hitap etmesi; sahabilerin birbirlerine seslendikleri gibi, Resulullah (a.s.)’a seslenmelerinin men edilmesi (Nur 63)· Kuran’da sadece Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatına yemin edilmesi (Hicr, 72) onun faziletleri olarak kabul edilmiştir.
s.69-70 (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler) - Ayet-Hadis Çelişki İddiası – 4
Hz.Peygamber Şair Mi?
Bera b. Azib anlatıyor: Biri ona sorar: “Ey Ebu Umara! Siz Huneyn günü (harpten) kaçtınız mı?” Bera şu cevabı verir: “Hayır, vallahi! Rasulullah(sav) dönüp gitmedi. Lakin şu var ki, ashabının gençleri ve aceleci takımı zırhsız, üzerlerinde silah olmaksızın yahut çok silah olmaksızın (meydana) çıkmışlardı. Ve atıcı, okları yere düşmeyen bir kavimle Hevazin ve Beni Nasr toplulukları ile karşılaştılar. Bunlar, kendilerini öyle bir ok yağmuruna tuttular ki, neredeyse okları hiç boşa gitmiyordu. Orada, Rasulullah(sav)’in de üzerine yürüdüler. Rasulullah(sav) beyaz katırının üzerindeydi. Ebu Süfyan b. Haris b. Abdilmuttalib de onu yediriyordu. Hemen (yere) inerek Allah’tan zafer diledi ve şöyle buyurdu:
Ben nebiyim, yalan yok,
Ben Abdulmuttalib’in oğluyum.”
Cündeb b. Süfyan anlatıyor: “Bu gazalardan birinde Rasulullah(sav)’in parmağı kanadı da şöyle buyurdular:
Sen kanayan parmaktan başka bir şey değilsin!
Ama başına gelen Allah yolunda gelmiştir!”
Bu iki rivayetin şu ayete aykırı olduğu ileri sürülmüştür: “Biz ona şiir öğretmedik; zaten ona yaraşmazdı da. Ona vahyedilen, ancak bir öğüt ve apaçık Kur’an’dır.”(Yasin 69)
Ayete göre, Hz.Peygamber’in şiir öğrenmesi ve bir nazım olarak şiir inşat etmesi mümkün değildir. Hadislerde ise şiir kalınında birtakım ifadeler yer almaktadır. Bu da ayete aykırı bir durum arz etmektedir. Bu durumu değerlendirilen ulema, hadisleri şöyle yorumlamıştır:
1. Evet, Hz.Peygamber bu nazmı söyledi, ancak şiir inşat etmeyi kastetmemiştir. Söz, söyleyenin kasd ve bilgisi olmaksızın şiir vezninde çıkmıştır. Buna göre Hz.Peygamber şiir inşat etmeyi kastetmedi ki söylediği şiir olsun! Kuran’da daşiir vezninde ayetler vardır, ama onlar şiir değildir.
2. Şiirden bir beyit söylemek insanı şair veya şiiri bilen yapmaz. Böyleleri ittifakla şair olarak nitelenmez. Allah’ın Nebi’sinden nefyettiği şey; tüm sınıf, aruz ve kafiyesiyle şiiri bilmektir. Hz.Peygamber, ittifakla, böyle bir şey tavsif edilmiş değildir.
3. Hz.Peygamber’in dediği şey recez kabilindendir. Recez ise şiir değildir. Allah’ın Nebi’sinden nefyettiği şey şiirdir, recez değil.
Öyle anlaşılıyor ki, Hz.Peygamber nadir de olsa şiire benzeyen şeyler inşat etmiş, ancak bununla şiir nazmını kastetmemiştir. Hz.Peygamber’in çok nadir ifade ettiği bu tür nazımlardan şiiri bildiği ve şair olduğu anlamı çıkmaz. Allah’ın Nebi’sinden nefyettiği şey, tüm biçimleriyle şiiri bilmekti; yani şairliğe soyunmaktır.
s.333-334 (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler) - Zeka ile aklın mahiyet ve fonksiyonları farklıdır. Akıl, hikmet içindir. Akletmek, muhakeme etmek, hüküm çıkarmak içindir. Kabul eden veya etmeyen, yani karar, tercih veren ve seçim yapan akıldır. Çünkü akıl, irade sahibidir aynı zamanda. Zeka ise irade sahibi değildir ve sadece aklın faaliyeti için gerekli verilen toplar. Beş duyu kanalıyla, ayrıca sezgiler ve hisler yoluyla insan şuuruna akan bilgileri algılar ve aklın önüne koyar. Bunların iradi, sübjektif değerlendirmesini akıl yapar. Böylece insan nihai karar ve tercihini, akli fonksiyonlarıyla belirler. Bu aynı zamanda insanın iradesini ortaya koymasıdır. Akıllı olmak için zeka tabii bir ön şart iken, zeki olmak için akıl sahibi olmak gibi bir ön şart söz konusu değildir. Böyle bir mukayese zaten doğru değildir, çünkü akıl, insanın zihin ve düşünme faaliyetinde sonraki aşamayı oluşturmaktadır.
Zeka, aklın kullanılması için verilmiş bir motordur ve bu motorun verimli ve faydalı kullanılması da aklın işlerliğiyle mümkündür. Aksi takdirde orta yerde sadece kurnazlık kalır. Çok zeki, daha doğrusu çok kurnaz bir hırsızdan sözedilebilir fakat ona asla akıllı denemez. Çünkü o ileriyi düşünememiş ve kendisini çıkmaz bir yola sokmuştur. Gayrimeşru kazanç; hayatı boyunca vicdanını rahatsız edecektir. (Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1) - Ayet-Hadis Çelişki İddiası – 3
“İmamların Kureyş’ten Olması” Kuran’a Aykırı Mı?
“İmamlar Kureyş’tendir” şeklindeki hadisin şu ayetlere aykırı olduğu ileri sürülmektedir:
“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.”(Hucurat 13)
“Ey iman edenler! Şayet inkârı imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi dahi dayanıp güvenilecek dostlar edinmeyin. İçinizden kimler onları dost edinirse, işte kendilerine kötülük edenler bunlardır.”(Tevbe 23)
“Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.”(Nisa 135)
“Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Ben gerçeği hepinize aynı şekilde açıkladım. Artık size vaad olunan şey yakın mı uzak mı bilmiyorum.”(Enbiya 109)
“İşte bunun için sen çağrına devam et ve emrolunduğun gibi doğru çizgini sürdür. Onların arzularına uyma ve şöyle de: “Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim ve bana aranızda âdil davranmam emredildi. Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size. Sizinle bizim aramızda mesele yok. Allah hepimizi bir araya getirecektir. Dönüş ancak O’nadır.””(Şura 15)
Bununla birlikte, meseleyi siyasi gelişmelerin ürünü görenler de vardır. S. Ateş, imamların Kureyş’ten olmasıyla ilgili hadisi şu şekilde eleştirir:
“İmamların Kureyşli olacağı hakkındaki rivayetlerde, gelişen olayların parmağı inkar edilemez.”
Ateş’in daha sınra oluşan siyasi şartlar çerçevesinde hadisin uydurulduğu görüşünde olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu hadisi Kuran’a aykırılık çerçevesinde değerlendirenlerin bulunduğu da belirtilmelidir. Ancak, bize göre, hadisleri anlamaya çalışmak asıl, tenkid etmek arızi bir tavır olmalıdır.
Şüphesiz, imamların Kureyş’ten olacağı bağlayıcı ve dini bir kaide olarak anlamak, Kuran’a aykırı gözükmektedir. Fakat mezkur hadisin sosyal ve beşeri bir gerçeklik ifade ettiğini ve tarihi şartlarda söylendiğini kabul etmek onun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. İbn Haldun, Kureyşiliği, Kureyş’in bizzat kendisi olarak değil, Kureyş’te bulunan yeterlilik/asabiye unsuruyla açıklar. Mevdudi de bu görüştedir. Şöyle der:
“Hz. Peygamber, o dönem Arapların durumunu görerek bir karara varmıştı ve bu şüphesiz en doğru bir karardı. Kureyş kabilesi, yetenekli kişilere sahip olması ve asırlardan beri diğerleri üzerinde etkili olması yönleri ile güçlü bir kabile olarak dururken Kureyş’in dışında bir kabile devlet idaresine getirilirse, o bu işte muvaffak olamaz.”
Sonuç olarak hadisi Kuran’a aykırıdır, diyerek eleşirmek gereksizdir. Mezkur hadis, tarihin bir anıyla, tamamen dünyevi bir meseleyle ilgili olup, bir tavsiye niteliği taşımaktadır. Evrensel ve hilafete dair dini bir ilkeyi ima etmemektedir. Şayet, böyle bir hadis, dini bakımdan evrensel olarak dile getirilseydi, o zaman Kuran’a aykırılığından bahsetmek mümkün olurdu.
s.278-280 (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler) - İyi bir Müslüman olmak isteyen kişiye şu dört hadis yeter demiştir:1Ameller niyetlere göredir. 2-Kişinin kendini ilgilendirmeyen yararsız şeylerden uzak durması iyi Müslüman olduğunu gösterir. 3-Kişi kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iyi Müslüman olamaz. 4-Helâl, haram bellidir. Bunların arasında iki taraftan hangisine girdiği şüpheli olan şeyler vardır. Bunlardan uzak durun. (Hadis Tarihi ve Usulü)
- Sahabe’ye mahsus olan, Sahabe’yi “özel” kılan nedir?
Bu sorunun cevabı şudur: Bugün Kur’an bize, nüzul süreci bizim müdahil olmadığımız bir dönemde tamamlanıp bitmiş ve iki kapak arasında toplanmış bir metin olarak, yani “Mushaf” olarak hitap etmektedir. Bugün hiçbirimizin hayatında “Acaba bugün Rabbimiz ne buyuracak”, ya da başımıza gelmiş bir olay hakkında “vahiy nasıl bir çözüm getirecek” gibi bir sorunun heyecanlı beklentisinden söz edilemez.
Oysa Sahabe için durum böyle miydi? Onlar için Kur’an, kimi zaman isim vererek1) kimi zaman ima ve işaret yoluyla2)kimi zaman da belli özelliklerini anarak3) kendilerinden bahseden, sabah ve akşam, hazarda ve seferde, darlıkta ve genişlikte… kısacası hayatın her anında ve merhalesinde yeni bir heyecan, yeni bir hüküm/mesaj, yeni bir oluş, yeni bir davranış ve anlayış kodu, yeni bir idrak boyutu demekti.
Nazil olan her ayeti hücrelerine sindirircesine bellemek, fehmetmek ve ilk elden muhatapları olarak onu eksiksiz biçimde hayata aktarmanın gayreti içinde olmak onların biricik varlık amacını oluşturuyordu. Hayatın her anını canlı nüzul sürecinin rehberliğinde adım adım kat etmek, nüzul sürecinin bir parçası olma bahtiyarlığına hiçbir zaman eremeyecek nesiller için –belki “anlaşılması” değil ama– “hissedilmesi” imkân dışı bir meseledir…
Sahabe-Kur’an ilişkisi, sadece onların nüzul sürecine müdahil olmalarıyla sınırlı değildir. Bu ilişki aynı zamanda Kur’an’ın sonraki nesillere aktarımında Sahabe’nin vazgeçilmez rolünü de belirlemektedir.
Hemen belirtmek gerekir ki, Sahabe’nin buradaki fonksiyonu kuru bir nakil ameliyesinden ibaret değildir. Dolayısıyla Modern dönemde yerli İslamiyatçıların, bir yandan İslam’ın tek kaynağının Kur’an olduğunu söylerken, diğer yandan onu bize nakleden mütevatir zincirin bu en hassas halkası hakkında fütursuzca kelam etmesi, bindiği dalı kesen kimsenin hamakatinden daha hazin bir manzara oluşturmaktadır.
Kur’an’ın korumasının bizzat Kadim Kelam’ın sahibi tarafından garanti edildiği bu babda sık sık ileri sürülen argümanlardan biri olarak dikkat çekmektedir. Oysa bu ilahî garantinin, Kur’an’ın korunmasında ve aktarımında Sahabe halkasının hassasiyeti üzerinden fonksiyon icra ettiğini gözden uzak tutmak mümkün değildir. Aksi halde Kur’an’ın ilahî garanti altında bulunduğunu ifade eden 15/el-Hicr, 9 ayetinin –sırf aklî bir ihtimal olarak– Kur’an’a bilahare eklenmiş olamayacağını garanti etmek mümkün olmayacaktır. Bir diğer ifadeyle, herhangi birisi bu ayeti bizzat Sahabe’nin Kur’an’a sonradan eklediğini iddia edecek olursa, Sahabe hakkında ileri geri konuşan kimselerin bu iddiaya verecek hiçbir tatminkâr cevabı olamaz…
2. Din’i nakleden ilk kuşak olmaları
Sahabe’nin bu “Din”i bize nakleden ilk kuşak olması, Kur’an’ın ilk mübelliğ, mübeyyin ve müfessiri olan Sünnet’in de bize onlar kanalıyla gelmiş olmasını tazammun eder. Bu Din’in sahibinin, Yüce Kelam’ının “tebliğ”ini olduğu gibi “beyan”ını da Sünnet’e havale ettiği hatırlanacak olursa4) Sahabe’nin bu bağlamdaki önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zira Kur’an’ın olduğu gibi Sünnet’in de ilk muhatabı, muhafızı ve nakilcisi Sahabe’den başkası değildir.
Hem bizzat Kur’an’ın nüzul sürecinin müdahil ve müşahitleri olmaları, hem de Sünnet’in sebeb-i vürudunu teşkil etmeleri dolayısıyla Sahabe halkasının Kur’an bağlamındaki önemi neyse, Sünnet bağlamındaki önemi de odur.
Daha da önemlisi, Kur’an’ın anlaşılması, hayata aktarılması ve ondan hüküm istinbatı noktasında Sahabe’nin Sünnet’ten aldığı eğitim ve ilham, sonraki nesillerin Kur’an ve Sünnet’e yaklaşımını belirleyen en önemli etken olmuştur. (Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1) - Bizim yol işaretlerimiz peygamberlerdir. (Ahlak Hadisleri II)
- Ayet-Hadis Çelişki İddiası – 2
Mürtedin Öldürülmesi Kuran’a Aykırı Mı?
Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dinini değiştireni öldürünüz.”
Bu hadis ilk bakışta ve mutlak olarak dinini değiştiren kimsenin öldürülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Oysa İslam, “Dinde zorlama yoktur”(Bakara 256) ilkesiyle din ve vicdan özgürlüğünü teminat altına almıştır. Bir dine girmek nasıl özgür bir tercihle gerçekleşiyorsa, çıkmak da öyle özgür bir şekilde gerçekleşmelidir. Sırf bir düşünce nedeniyle dinini değiştiren kimse öldürülmeli midir? Yoksa hadiste geçen “din değiştirme” başka anlamlara mı gelmektedir? Bu hadis nasıl anlaşılmalıdır?
Bize göre, hadiste geçen din değiştirme başka anlamlara gelmektedir. Ancak bu anlamı doğrudan hadisin kendisinden veya bir başka tarikinden tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Bunun için konuyu başka rivayetler ışığında anlamak en isabetli yol olacaktır.
“Dinini değiştireni öldürünüz” hadisi, “Müslüman bir kimsenin kanı, ancak üç şeyden dolayı akıtılır: Evli iken zinadan, adam öldürmekten ve dinini terk edip cemaatten ayrılmasından” hadisiyle birlikte düşünülmelidir. Burada sırf din değiştirmeye değil, cemaatten ayrılmaya vurgu yapılması dikkat çekicidir. Cemaat olgusu ise burada sırf dini, yani namaz ve mescidle ilgili bir olgu değildir. Bu konuyu ele alan Ahmet Ebu Süleyman’ın yaklaşımıi din değiştirme meselesinin zaman-mekan boyutunu açıklar mahiyettedir. Şöyle der:
“İrtidat konusunun zaman-mekan unsuru, bazı Yahudi grupların irtidat taktiğini(yani önce Müslüman olmuş görünüp sonra onu topluca terk etme) kullanarak genç Müslüman cemaat arasında anarşi ve zihin karışıklığına sebep olmayı amaçladıkları bir komployla ilgilidir. Bu komplo ile umulan sonuçların Kuran’da anlatıldığı ayetler kayda değerdir: ‘Kitap ehlinden bazıları şöyle dedi: İnananlara indirilene günün başında inanın. Sonunda inkar edin ki, belki dönerler…'(Ali İmran 72) İrtidat konusunda ilk İslami tavır, gördüğümüz gibi din ve vicdan özgürlüğünü değil, Müslümanlaştırma siyasetini bedevi kabilelere uygulamayı ve komployu boşa çıkarmayı hedef alıyordu. Geleneksel İslam siyasi düşüncesindeki inanç özgürlüğüne ilişkin kavram karışıklığı, Hz.Peygamber’in vahşi Arap kabilelerini Müslümanlaştırma siyasetinin ardındaki esas sebepleri İslam düşünürlerinin anlamamalarından ortaya çıkmıştır. Bu düşünürler, olayın cezai yönünü ve Hz.Peygamber irtidatı kınadığında ilk Müslümanların karşı karşıya bulundukları güvenlik ihtiyacını fark edememişlerdir. İlk halife Hz. Ebu Bekir’e karşı başlatılan irtidat savaşının br din ve vicdan özgürlüğü uygulaması ile alakası yoktu. Olay, kısıtlamalar getiren siyasi ve sosyal otoriteye karşı her zamanki bedevi tepkisinden ibaretti. Bu, Hz.Ebu Bekir hükümetine karşı zekat ödemeyerek Arabistan’ın yeni merkezi siyasi otoritesine karşı bir ayaklanmaydı.”
Bu ifadeler, din değiştirmenin nasıl bir sosyo-politik atmosferde cereyan ettiğini göstermektedir. Hadiste geçen “cemaatten ayrılma” da böyle bir atmosferi ima etmektedir.
Hanefiler de irtidat meselesini mevcut İslami idareye savaş olarak değerlendirmişlerdir. Bundan dolayı, onlara göre irtidat eden kadının cezası ölüm değildir. Çünkü öldürme, küfür sebebiyle değil, savaşma şerrini önlemek için caiz kılınmıştır. Kafir olmanın cezası, Allah katında öldürmekten daha fazladır. O yüzden, öldürme cezası, savaşa fiilen katılana mahsustur ki, o da kadın değil, erkektir.
s.197-199 (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler) - Nifak alametinin söz verip yerine getirmemek olduğunu iyi biliyorlardı ve nifak onlardan elbette fersah fersah uzaktı. (Ahlak Hadisleri II)
- Mü’min bir delikten iki kere ısırılmaz”
Buhari-Edeb,83
Bu hadisin lafzı haber, manası emirdir. (Hadis Fetvaları) - Bunların başında Buharî’nin hocası Muhammed b. Yahyâ ez-Zühlî gelmektedir. Çünkü Buhârî memleketine dönünce oradaki muhaddislerin ders meclisleri boşalmış, herkes Buhârî’nin meclisine katılmaya başlamıştır. Hatta Müslim, Zühlî’den yazdığı hadisleri geri göndermiştir. Zühlî bunun üzerine Buhârî’ye karşı halkı kışkırtıp Buhâra’dan ayrılmaya zorlamıştır. Buharî komşu şehirlere gitmek üzere yola çıktığını haber alan Zühlî, o bölgenin yani Horasan’ın genel valisi olan kendi kabilesinden Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî’ye mektup yazarak Buharî’yi karalamıştır. Tarihte idareciler kendi güçlerine alternatif oluşturan ve halk üzerinde nüfuz sahibi olan kişilerden her zaman rahatsız olmuşlardır. Çünkü siyaset iktidarı paylaşmaktan hoşlanmaz. İdareciler halk üzerinde etkisi güçlü olan ilim adamlarının bu gücünden rahatsız olduklarında genellikle bunlara doğrudan cephe almak yerine dolaylı yöntemlerle etkisiz hale getirmeye çalışırlar. İşte mihne olayında da bu faktörün önemli etkisi olmuştur. Horasan Valisi Zühlî de Buhârî’nin devlet adamlarına mesafeli durduğunu, onların ayaklarına gitmeyi ilmin onuruna ve vakarına aykırı gördüğünü bildiğinden onu bu duyarlı noktasından vurmak istemiş ve sarayına gelerek kendisine hadis okutmasını istemiştir. Buhârî’nin bu isteği reddetmesi üzerine onun ehl-i sünnete aykırı görüşler savunduğu gerekçesiyle ülkesini terk etmesini istemiştir. Buharî Semerkant’a gitmek üzere yola çıkmış, Hartenk denilen kasabada bu olayların verdiği üzüntüdsn dolayı hastalanıp vefat etmiştir. (Hadis Tarihi ve Usulü)
- Kalp, manevî hasletlerin kaynaklandığı bir merkezdir. Kalp aklın rehberliğinde hareket ederse akıl-duygu dengesi kurulur ve mükemmel bir insan tipi ortaya çıkar. Kalp, nefsin ayartrmalarına kanarsa akıl-duygu çatışması yaşanır ki, insanın bedbahtlığına yol açar. Bir hususu hatırlatmak gerekir: Kalp bu kadar önemliyse o zaman ibadete gerek yoktur. “Kalbin temiz” ise diğer ibadetler, Allah’ın diğer emrleri teferruattan ibarettir! Bu anlayış, şeytanın bir ayartmasıdır. Kalbim temiz söylemi sadece yalan söylememek, aldatmamak gibi ahlakî eylemleri içermektedir. Elbette bunlar çok önemlidir. Ama dinimizin emirleri bunlardan ibaret değildir. Kalbin temiz olması, yani hadiste belirtildiği gibi iyi, salah olması için Allah’ın tüm emirlerini yerine getirmesi ve haramlarından kaçınması gerekmektedir. Allah’m emirleri arasında kendi hevasına uyarak ayırım yaparsa bu kalbin iyiliğine değil, kişinin hevasını ilahlaştırmasına yol açar. Bu ise en büyük tehlikedir. (Bilgi Ahlak ve Hikmet Açısından Sünnet)
- Ayet-Hadis Çelişki İddiası – 1
Kabe Güvenli Yer Değil Mi?
Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kabe’yi Habeşlilerden cılız bacaklı birisi tahrip edecektir.”(Buhari, Hacc, 47)
İbn Hacer ve Aynî, “Bu hadis, ‘Çevrenizdeki insanlar tutulup öldürülüyorken Mekke’yi haram ve güvenli yer kıldığımızı hiç görmüyorlar mı?'(Ankebut 67) ayetiyle çelişir” şeklindeki iddiaya şöyle cevap vermişlerdir: “Ayetteki ifade, bu haram ve güvenililiğin her zaman devam edeceğine delalet etmez. Bilakis ayetin tasdik ettiği şey, o vakit olmuştur. Başka bir zamanda bu mananın ortadan kalkmadı, buna muarız değildir.” (Kur’an’a Aykırı Görülen Hadisler) - Cürcanî’nin belirttiğine göre nübüvvetten sonra peygamberlerin hataen büyük günah ve kasten küçük günah işleyebileceğini düşünenler vardır. Bunlar hem bazı ayetleri hem de hadisleri ileri sürerek fikirlerine delil getirmişlerdir. Cürcanî, bunları tek tek ele almış ve incelemiştir. Ancak bundan önce Cürcanî’ye göre bütün bunların toplu cevabı şöyledir:
“Bunlar arasında ahad haber olarak nakledilenlerin reddedilmesi gerekir. Çünkü ravilere hata nispet etmek peygamberlere masiyet nispet etmekten daha hafiftir. Tevatür yoluyla sabit olan kıssalara gelince masumlukla ilgili deliller nedeniyle bunları zahiri anlamları dışında yorumlamak mümkündür. Yorumlamak zorunda kalırsak şöyle deriz:
Bunlar ya peygamberlikten önce gerçekleşmiştir. Ya evla Olanın terki kabilindendir. Yahut peygamberlerden hataen sadır olan küçük günahlar grubundandır. Bunların evla olanın terki kabilinden veya yanlışlıkla yapılan küçük günah oluşu, “Allah senin geçmiş günahlarını affetti” vb. âyetlerde günah olarak adlandırılmasıyla, onlardan istiğfar edilmesiyle Hz, Adem (a.s.) kıssasında olduğu gibi bunların zulum olduğunu itiraf etmesiyle çelişmez. Çünkü belki de zikredilen bu adlandırma, istiğfar ve itiraf, onlar tarafından yapıldığında veya onlar nezdinde büyük görülmesinden dolayıdır. Nitekim ebrârın iyilikleri, mukarrebünun kötülükleridir. Bundan dolayı peygamberlerin evla olanı terki ve aynı şekilde yanlışlıkla küçük günah işlemeleri, günah olarak adlandırılır, onlar bundan istiğfar ederler ve bunun zulüm olduğunu itiraf ederler. Yahut bunun sebebi onların bununla. nefislerini ezmeyi ve kırmayı amaçlamış olmasıdır. Şöyle ki onların nefisleri, Rableri onları bağışlasın diye istiğfara ve yalvarıp yakarma yoluyla itirafa ihtiyaç duyulan bir günah işlemiştir.” Cürcanî, bunun ardından peygamberlerle ilgili kıssalara
Atek tek cevap verir: (Modern Dünyada Müslümanca Düşünmek 1)